
Jeopolitik siyasetin ufkunu belirler mi?
30.05.2017
Aydınlık, Uğur Aytaç
Jeopolitik coğrafi etmenlerin siyaset üzerindeki
etkisini inceleyen disiplindir. Coğrafi etmenler bir ülkenin denize
uzaklığı, iklimi, arazi yapısı gibi doğal unsurlar ile komşu ülkelerle
olan sınır yapısı, bölgenin etnik-kültürel yapısı, ticaret yollarına
uzaklık, bölgede dış saldırıya karşı savunma koşulları gibi siyasi,
sosyal, ekonomik ve askeri unsurları kapsar. Kısacası jeopolitik, bir
ülkenin coğrafi konumu itibariyle devraldığı özelliklerin o ülkenin
siyasal yaşamına etkisini inceler.
Etkileri dünyaya dalga dalga yayılan Suriye İç Savaşı bir kez daha gösterdi ki jeopolitik yaklaşım devletlerin dış politikalarını şekillendiren son derece önemli bir tahlil yöntemidir. Örneğin, ABD’nin Kürt Koridoru projesi PYD ve Barzanistan’ın Suriye ve Irak’ta kapladığı konumu, bu ülkelerin etnik yapılarını ve söz konusu Kürtçü grupların savaşma gücünü göz önünde bulundurarak benimsenmiş bir stratejidir. ABD dış işleri yetkilileri verili koşullar içerisinde kendi çıkarlarını korumaya uygun hamleyi beşeri coğrafyaya bakarak hesaplamıştır. Aynı şekilde Rusya ve İran da bölge siyasetlerinde benzer etmenleri göz önünde bulundurmaktadır.
Ulusal çıkarlarını savunan her devletin jeopolitik bir bakış açısına sahip olması bilim ve teknolojiye dayalı siyaset üretmenin doğal sonuçlarından biridir. Ancak bu noktada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır: jeopolitiğin siyaset belirlemede sınırları var mıdır? Bir başka deyişle siyaset üretiminde jeopolitik güç dengelerinden daha belirleyici unsurlardan söz edilebilir mi?
Benim de benimsemiş olduğum tarihsel maddeci toplum anlayışı en genel anlamıyla üretim ilişkilerinin toplumsal yaşamın diğer katmanlarını ve siyaseti belirlediğini ifade eder. Örneğin, Türk ekonomisinin sürdürülemez bir dış ticaret açığına ve borçlanmaya dayalı olması dış bağımlılığın koşullarını yapısal olarak yeniden üretmektedir. Dahası bu yapısal problemlerin kökü zenginlikleri üretken olmayan faaliyetlere yönlendiren finansal sermaye vesayetinde gizlidir. Öte yandan, gelişmekte olan ülkeler üretim odaklı bir yol seçse bile, borçlanma ve bağımlılık döngüsünün geriye döndürülmesi ancak ekonomimizin sermaye-yoğun sektörlere başarıyla girebilmesiyle ve teknoloji üretmesiyle mümkündür. Türkiye neoliberal sistemden kopamadığı sürece devlet yönetimine jeopolitik dâhisi stratejistleri getirse bile tanımlı ulusal çıkarları koruma konusunda uzun erimli sonuç alamayacaktır. Dönemsel bazı kazanımlar ve statükodaki dalgalanmaların etkisi ancak bir sonraki döviz krizine kadar sürebilir. Küresel sermaye düzenine borç kancalarıyla bağlanmış, sermaye-yoğun sektörlerde gelişim gösteremeyen ve teknoloji üretemeyen bir ülkenin siyasal ufku “bir adım ileri, iki adım geri” anlayışına mıhlanmıştır.
İkinci olarak, siyasetin ufku üst yapı kurumlarıyla belirlenmektedir. Değişen üretim ilişkileriyle egemen sınıflar kendi kurumlarını inşa eder. Buna karşılık inşa edilen kurumlar da söz konusu üretim ilişkilerini pekiştirir. Dolayısıyla iki sistem birbirleri üzerinde karşılıklı etkileme gücüne sahiptir. Yukarıda bahsettiğim ekonomik yönelimler doğrultusunda ülkemizin kurumlarını da tartışmak durumundayız. Türkiye’nin borçlanma ekonomisinden kopması aynı zamanda devletin liyakat esasıyla yapılandırılması, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi ve laik-bilimsel eğitim sisteminin yeniden kurulabilmesiyle yakından ilişkilidir. Ülkeyi hukuk, liyakat ve çağdaş eğitimden uzaklaştırmak akla dayalı toplum hayatını ve teknolojiye dayalı ekonomik gelişimi inkar etmektir. Ülkenin kurumları nasıl şekillendirilirse, kurumlar da o şekle göre bireyler üreteceklerdir.
Kurumların bir diğer işlevi de toplumu bir arada tutmalarıdır. Hukuka ve liyakat ilkesine inancın kalmadığı toplumlar artık devlet öncülüğünde ortaklaşa bir amaca kanalize edilemez. Toplumsal düzenin kurumlarıyla kendini yurttaşlar gözünde meşrulaştıramadığı ortamda vatan ve millet kavramlarının altı oyulur. Kişisel iktidar pekişip kamu otoritesine güven azaldıkça, bireyler dar sosyal gruplarına sarılarak asgari güvenceyi enformel ilişkilerde ararlar. Türkiye’nin kurumlarının talan edildiği bir ortamda en keskin jeopolitik stratejinin sonuç alıcılığı yine son derece kısıtlıdır. İlk olarak yozlaşan kurumlarda liyakat esası kalmadığı için insan malzemesinin kalitesi radikal bir biçimde düşer. Bu da devletlerin siyaset, diplomasi ve askeriye gibi alanlarda operasyonel yeteneklerinin azalmasına yol açar. Buna ek olarak, hukuka inancın kalmadığı, atomize olan toplumlar tahkim edilememiş iç cephe demektir. İç cephesini saldırı ve kargaşaya açık bırakanların dünya düzenine meydan okuyabilmeleri görülmüş şey değildir. Aksine iç cepheyi bu hale getiren unsurların kendisi bizzat bir güvenlik zafiyetidir.
Özetleyecek olursak, jeopolitik yaklaşım üretim ilişkilerinin ve kurumsal yapıların izin verdiği ölçüde sonuç alabilir. Siyaset üretirken üretim ilişkileri, kurumlar ve jeopolitik arasındaki hiyerarşiyi göz önünde bulundurmak stratejik söylemlerin havada uçuştuğu güncel siyasette görece yavaş değişen ancak belirleyici önemde olan yapısal unsurlara körleşmemek demektir.
Etkileri dünyaya dalga dalga yayılan Suriye İç Savaşı bir kez daha gösterdi ki jeopolitik yaklaşım devletlerin dış politikalarını şekillendiren son derece önemli bir tahlil yöntemidir. Örneğin, ABD’nin Kürt Koridoru projesi PYD ve Barzanistan’ın Suriye ve Irak’ta kapladığı konumu, bu ülkelerin etnik yapılarını ve söz konusu Kürtçü grupların savaşma gücünü göz önünde bulundurarak benimsenmiş bir stratejidir. ABD dış işleri yetkilileri verili koşullar içerisinde kendi çıkarlarını korumaya uygun hamleyi beşeri coğrafyaya bakarak hesaplamıştır. Aynı şekilde Rusya ve İran da bölge siyasetlerinde benzer etmenleri göz önünde bulundurmaktadır.
Ulusal çıkarlarını savunan her devletin jeopolitik bir bakış açısına sahip olması bilim ve teknolojiye dayalı siyaset üretmenin doğal sonuçlarından biridir. Ancak bu noktada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır: jeopolitiğin siyaset belirlemede sınırları var mıdır? Bir başka deyişle siyaset üretiminde jeopolitik güç dengelerinden daha belirleyici unsurlardan söz edilebilir mi?
Benim de benimsemiş olduğum tarihsel maddeci toplum anlayışı en genel anlamıyla üretim ilişkilerinin toplumsal yaşamın diğer katmanlarını ve siyaseti belirlediğini ifade eder. Örneğin, Türk ekonomisinin sürdürülemez bir dış ticaret açığına ve borçlanmaya dayalı olması dış bağımlılığın koşullarını yapısal olarak yeniden üretmektedir. Dahası bu yapısal problemlerin kökü zenginlikleri üretken olmayan faaliyetlere yönlendiren finansal sermaye vesayetinde gizlidir. Öte yandan, gelişmekte olan ülkeler üretim odaklı bir yol seçse bile, borçlanma ve bağımlılık döngüsünün geriye döndürülmesi ancak ekonomimizin sermaye-yoğun sektörlere başarıyla girebilmesiyle ve teknoloji üretmesiyle mümkündür. Türkiye neoliberal sistemden kopamadığı sürece devlet yönetimine jeopolitik dâhisi stratejistleri getirse bile tanımlı ulusal çıkarları koruma konusunda uzun erimli sonuç alamayacaktır. Dönemsel bazı kazanımlar ve statükodaki dalgalanmaların etkisi ancak bir sonraki döviz krizine kadar sürebilir. Küresel sermaye düzenine borç kancalarıyla bağlanmış, sermaye-yoğun sektörlerde gelişim gösteremeyen ve teknoloji üretemeyen bir ülkenin siyasal ufku “bir adım ileri, iki adım geri” anlayışına mıhlanmıştır.
İkinci olarak, siyasetin ufku üst yapı kurumlarıyla belirlenmektedir. Değişen üretim ilişkileriyle egemen sınıflar kendi kurumlarını inşa eder. Buna karşılık inşa edilen kurumlar da söz konusu üretim ilişkilerini pekiştirir. Dolayısıyla iki sistem birbirleri üzerinde karşılıklı etkileme gücüne sahiptir. Yukarıda bahsettiğim ekonomik yönelimler doğrultusunda ülkemizin kurumlarını da tartışmak durumundayız. Türkiye’nin borçlanma ekonomisinden kopması aynı zamanda devletin liyakat esasıyla yapılandırılması, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesi ve laik-bilimsel eğitim sisteminin yeniden kurulabilmesiyle yakından ilişkilidir. Ülkeyi hukuk, liyakat ve çağdaş eğitimden uzaklaştırmak akla dayalı toplum hayatını ve teknolojiye dayalı ekonomik gelişimi inkar etmektir. Ülkenin kurumları nasıl şekillendirilirse, kurumlar da o şekle göre bireyler üreteceklerdir.
Kurumların bir diğer işlevi de toplumu bir arada tutmalarıdır. Hukuka ve liyakat ilkesine inancın kalmadığı toplumlar artık devlet öncülüğünde ortaklaşa bir amaca kanalize edilemez. Toplumsal düzenin kurumlarıyla kendini yurttaşlar gözünde meşrulaştıramadığı ortamda vatan ve millet kavramlarının altı oyulur. Kişisel iktidar pekişip kamu otoritesine güven azaldıkça, bireyler dar sosyal gruplarına sarılarak asgari güvenceyi enformel ilişkilerde ararlar. Türkiye’nin kurumlarının talan edildiği bir ortamda en keskin jeopolitik stratejinin sonuç alıcılığı yine son derece kısıtlıdır. İlk olarak yozlaşan kurumlarda liyakat esası kalmadığı için insan malzemesinin kalitesi radikal bir biçimde düşer. Bu da devletlerin siyaset, diplomasi ve askeriye gibi alanlarda operasyonel yeteneklerinin azalmasına yol açar. Buna ek olarak, hukuka inancın kalmadığı, atomize olan toplumlar tahkim edilememiş iç cephe demektir. İç cephesini saldırı ve kargaşaya açık bırakanların dünya düzenine meydan okuyabilmeleri görülmüş şey değildir. Aksine iç cepheyi bu hale getiren unsurların kendisi bizzat bir güvenlik zafiyetidir.
Özetleyecek olursak, jeopolitik yaklaşım üretim ilişkilerinin ve kurumsal yapıların izin verdiği ölçüde sonuç alabilir. Siyaset üretirken üretim ilişkileri, kurumlar ve jeopolitik arasındaki hiyerarşiyi göz önünde bulundurmak stratejik söylemlerin havada uçuştuğu güncel siyasette görece yavaş değişen ancak belirleyici önemde olan yapısal unsurlara körleşmemek demektir.
Yorumlar
Yorum Gönder